
Değiniler- 255
DİNLEME VE ANLAMA GERÇEĞİMİZ
Bir kere daha anlıyor ve kabul ediyorum ki; sözlerimizi dinleyenler bizi dinlemiyor. Onlar bizi dinler görünüp kafalarının ardındaki bize dair ön bilgi, ön kabul ve ön yargıları dinliyorlar. Ve bu dinlemeleri esnasında gerçek bizi değil, kafalarındaki sanal bizi duyuyorlar…
Bir kere daha anlıyor ve kabul ediyorum ki; yazılarımızı okuyanlar önlerine yazılanı değil, kafalarına önceden kazınanı okuyorlar. Ve bu okumaları esnasında yazının gerçek beyanını, odak noktasını, amacını değil kafalarında kazılı olana uyan kısımlarını okuyorlar.
Böylesi bir dinleme ve okuma hemen hepimiz için geçerli biliyor musunuz? İnsanın acı gerçeği bu. Hitabı duymak istiyoruz dediğimizde, kendimizce olanı duyuyor; yazıdan yararlanmak istiyorum dediğimizde, kafamıza kazınanları görmek istiyoruz. Ve biz kendi kendimizi kandırıyoruz!
Sizi dinledim ve gayet iyi anladım. Hayır, sen beni dinlemedin. Sendeki beni, sendeki kadarı ile dinledin ama buna seni dinliyorum adı verdin. Sizi okudum ve çok yararlandım. Hayır, sen beni okumadın. Sendeki beni, sendeki kadarı ile okudun ama buna seni okuyorum adı verdin.
Aslında evrensel gerçek şudur ki; hiç kimse yazılanı yazıldığı gibi okuyamaz, söyleneni söylendiği gibi dinleyemez ve anlayamaz. Neden? Sen ben değilsin ben de sen değilim. Anladım dediğimizde anladığımız bizcedir, bize göredir. Okudum, ikna oldum dediğimizde okumamız da bizce.
Birebir işitme, birebir anlama, birebir okuma imkansız mı yani? Kimse bunu başaramaz mı? Üzgünüm ama böyle. Sadece kast edilen manaya daha çok yaklaşan olabilir, o kadar. Birebir anlama, birebir okuma gerçeklik anlamında yoktur.
Peki bu bire birliğe az da olsa yaklaşmak mümkün mü? Elbette. Yolu? Her okuduğunu yeni gözle okumak. Hatta yazarını eski yazılarına bile kıyas etmeden okumak. Her an yenilendiğimiz bilinciyle okumak. Bir de sezgiye, hissiyata bilgiden daha çok odaklanarak okumak, öyle dinlemek.
İşitilenin, yazılanın ötesini görebilen ve alabilenler; yani sözlerden ve yazılardan en fazla istifadeyle bire birliği yakalayanlar her zaman bu sezgi ve hissiyata önem verenler olmuştur. Ve onlar arka planı, işin ruhunu ve esas amacı, asıl yaşananı duymuş, sezmiş, bilmiştir…
Bir dönem Vahdet Bey serisi yazardım. Kafamdaki rehberle gezilere çıkar, sohbetler eder, tefekkürler yapardım. Vahdet Bey, çıktığı hafta mail yağardı. Çok güzel, çok derin, çok dokunaklı, çok anlamlı, çok istifade ettik türünden mailler. Bir kişi hepsinden farklı yazardı…
O şöyle yazardı: – Bu hafta da çok yanmışsın bizim oğlan. Çok üzmüşler, çok kırmışlar seni. Işık; ateşten, yanan yerden çıkar bizim oğlan. Su, kırık testiden akar. Çok kaptırma e mi? Yaz sen. Seni biz biliriz… Bilir de dua ederiz.
Hiç yüzünü görmediğim biriydi. Sesi değil; sesin ardındaki ruhu duyardı. Yazıyı değil, kelimeye sığmayan anlamları okurdu. Ve her seferinde milletin ışık dediği yerde ateşi, çağlayan dediği yerde depremi görür ve gönülce dua ederdi. Yüzlerce mailde bir taneydi…
Evet dostum bizim dinleme- okuma gerçeğimiz bu. Ben farklı olacak; her sözü benliğimden bağımsız, her yazıyı yargılarımdan öte özüyle anlayacağım mı dedin? Büyük laf ettin ama isteğinde samimiysen samimiyetin kadar kolaylaşsın sana. Duana ben de amin derim.
AYNA METAFORU İSLAMİ Mİ?
“Ayna” metaforunu ve ona bağlı anlatımları çok abartma olur mu? Karşındaki seni yansıtır, birilerinde hata- yanlış gördüysen o senden yansır, önce kendine bak, düzelt gibi anlatımları kastediyorum.
Unutma; “Aynalık” kısmen gerçek olsa da, bunda esas amaç kişinin kendini tanıması geliştirmesi olsa da toplum ve çevremiz arıza, rahatsız, ruh hastası, sapık, uçuk ve densiz tipler kaynıyor! Yani bütün kusur sende değil güzelim. Ayna işini çok abartma! Ve şunu da söylemeliyim:
“Ayna” metaforu Hz. Muhammed (sav) anlatımı değildir. Yani Kur’ânî- Nebevî bir gerçek değildir! Kur’anî- Nebevî olsaydı Resulullah, Ebu Cehil aynasında kendini görür, kös kös oturur, kendini düzeltirdi. Öyle yapmadı, cephe açtı, savaştı. “Ayna” işinde dikkatli ol e mi canım benim?
İMAM-I AZAM’IN VASİYETNAMESİ
Ebu Hanife, Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur’un “Başkadı”lık teklifini reddetti. Zindana atıldı kırbaçlandı. Çorbasına zehir katıldı. Şehit olacağını anlayınca zindandaki öğrencilerine özlü bir vasiyetname yazdırttı. Haydi birlikte okuyalım: “BENİ GASP EDİLMEMİŞ BİR TOPRAĞA GÖMÜN”
1- Arap olmayan müslümanların, anadilleri ile ibadet etmeleri meşrudur.
2- Bir insanının mü’min olduğunu ibadeti belirlemez.
3- Kimin cennete veya cehenneme gideceğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
4- Beşeri ilişkilerde dindarlık ölçü değildir.
5- Namaz kıldırıp para almak helal değildir.
6- İmana dair son sözü Allah söyler.
7- Din için toprak gasp etmek meşru değildir.
8- Evlenme ve eş seçme hakkı kadının kendisine aittir.
9- Arapça kutsal dil değildir, kutsal olan anlamdır.
10- Allahın Resul ve Nebileri, Allahın kitabına aykırı konuşmazlar.
11- Kur’ana ve Akla aykırı rivayetler, kaynağı ne olursa olsun reddedilir.
12- İslamda “Evliya” (Allah Dostu) diye bir sınıf yoktur, mü’minler Allah’ın evliyasıdır (dostudur).
13- Cinayetin cezası, mü’min ve kafir için aynıdır.
14- Haram para ile hasenat (hayır) yapılmaz.
15- Zülüm yapan idareciye hediye verilmez, hediyesi alınmaz …
16- İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak farzdır.
17- İSLAM Akıl ve Vahiy dinidir. Aklı olmayanın dini de yoktur.
(Prof. Muhammed Ebu Zehra-Ebu Hanife Kitabı)
KİM Mİ?
Her konuda söyleyecek sözü var, hiçbir soruyu cevapsız bırakmaz; akla gelecek her şey için görüş bildirir. Üstelik bunu büyük bir eminlik, yetkinlik iddiasıyla yapar. Bilgisinden de emin, kendinde de. Dinlemek? Onun için ölüm! Güncelin peşindedir. Kim mi? Düzenli kitap okumayan.
Sorulmadıkça cevap vermez. Kendi alanı dışında hiçbir konuda ağzını açmaz. Büyük küçük demez, öteki beriki ayırmaz hemen herkesi öğretmeni sayarak, bir öğrenci edasıyla odaklanarak izler. Söz vermedikçe konuşmaz. Güncele sadece gözlemci. Kim mi? Düzenli kitap okuyan.
İŞİNİ ALLAH’A BIRAKMAYANLAR
Allah Sistemini; Evrensel Gerçeği bilenler; hiçbir işlerini Allah’a bırakmamışlardır!
Veba, Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. Her gün yüzlerce insan acı feryatlarla ölürken halk kiliseye koşuyor; ruhban sınıfı, günahlarınızın bedeli bu, tanrıya yönelin diyordu. Birileri laboratuvara koşup aşı, ilaç geliştirene kadar sürdü kayıplar, acılar, feryatlar, ölümler…
Mahsul kavrulmaya başladığında yağmur duasına çıkalım dedi ileri gelenler. Zaten her yıl çıkılan geleneksel bir şölendi bu. Gencin biri; kasabayı çevreleyen tepelere fidan diksek, derede akıp giden suyu gölette toplasak, tarlalara artezyen vursak dedi. İcat çıkarma dedi büyükler.
Geçit vermez dağlarda niceleri şehre hasta ulaştırmak üzere yola düşer tipi, kar, yağmur, çamur derken yollar çoklarına mezar olurdu. Ozanlar sıladan gurbete türküler, ağıtlar yakıyor; yol ver dağlar yol ver diyorlardı. Dağlar yol vermedi. Ecnebiler tünel kazıp tren gelene kadar.
Kılıçla savaşmak yiğitlikti. Asırlar geçti kimseler kılıçtan başkasını düşünmedi. Günün birinde ateşli silahlar icat edildi. Yiğitliğiyle ünlü ozan; tüfek icat oldu mertlik bozuldu yazacak, eğri kılıcın kında paslanacağını içi acıyarak itiraf edecekti.
Genç Osmanlı Sultanı, Macar Usta Urban’a devasa toplar döktürürken Bizans ilim çevrelerinde Meleklerin Cinsiyeti üzerine derin ve yoğun tartışmalar sürüyordu. Yıkılmak mı? Surları kim aşabilirdi? Toplar patlamaya başladığında rüyalarından uyanacaklar ama iş işten geçmiş olacaktı.
Size, “İşleri Allah’a Bırakmaksızın Yaşayanlar” ve “İşleri Allah’a Bırakanlar” farkını anlattım bir parça. Biliyorum, herkes yine kendince anlayacak. Ziyanı yok, ben de kendimce anlattım zaten. Dileyen ibret alır, dileyen okur geçer. Sıkıntı yok…
Dünyada bir tek kavim “İşleri Alla’a Bırakmama” sırrını fark etti ve bunu sonuna kadar yaşadı. Hala da yaşıyorlar. Kimler onlar?
SOKRATES’LE BİR AKŞAM YEMEĞİ
Hiçbir şeyi fazla ciddiye almayın. Hayatınızı; yaratıcılığınızı konuşturarak, bir sanatçı olarak yaşamak istiyorsanız, geçmişe fazla takılmamanız gerekir. Yeri geldi mi Ürettiğiniz her şeyi Olduğunuz kişiyi Yani hepsini çöpe atmak zorundasınız.
Zamanınız sınırlı, o yüzden başkasının hayatını yaşayarak çöpe atmayın o zamanı. Diğer insanların fikirlerinin gürültüsünün iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin. En önemlisi de yüreğinize ve içinizdeki sese kulak verecek kadar cesur olun.
Sokrates’le bir akşam yemeği yiyebilmek için elimdeki tüm teknolojiyi verirdim.
Ömrümün sonuna gelip de Tanrının hızuruna çıktuğımda, içimde tek bir yetenek kırıntısı bile kalmadı ve bana bahşettiğin her şeyi kullanıp tükettim diyebilmeyi umuyorum. (Kulluğun ve Şükrün gerçeğini tarif ediyor, fark ettiniz mi?)
(Steve Jobs- Sokrates’le bir akşam yemeği kitabından)
“ALLAH”‘A İNANMAK; “KENDİ”NE İNANMAK
Ne yazık ki insan kitleleri; -görüntüde- benlik yapmama, hakkaniyetli olma, adaletli davranma, ahlaklı yaşama, ötekini gözetme ve hatta kendinden ziyade topluma adanma gibi teşviklerle Allah’a yönlendirilmiş; bilinçli ya da bilinçsiz “Kendine İnanma” kudretinden alıkonmuşlardır.
Kuşkusuz, düzeni, toplum hayatını her şeyin üstünde gören hâkim sınıf ve onlara geri besleme yapan maneviyat telkincileri bilerek, isteyerek insanların öz benlikleriyle tanışmaları ve hakiki potansiyellerini keşfetmelerini engellemiştir! Toplumsal adına Bireysel yok sayılmıştır!
Çocukluğumda büyükler sohbet ederken “Ben” demek zorunda kaldıklarında “Ben demek şeytana mahsus, Allah nefsaniyetten korusun” derler sonra ben diyebilirlerdi. Kendi hayatından misal vermek isteyenin “Riya ve Kibir saymayın, şunu yaşadım” diye başlaması nezaket sayılıyor hala…
Bölüşmek, paylaşmak kendi payını hakkınca almaktan hala ileri tutulur kültürümüzde. Masa başı işinde sabah poğaçasını yiyen memur yanındakine sorar, bölebilirim, açsan lütfen… Neyi bölüyorsun, zaten sana yetecek kadar, demeyiz. Ne kadar nazik, ne kadar paylaşımcı insan deriz.
Neye dikkat çekmeye çalışıyorum? ÖzBenle tanışmamız sonra da ÖzKudreti ortaya koymamız; bilinçli biçimde bastırılmış; inanç, ahlak, kültür ve gelenek buna göre dizayn edilmiştir. Uzaklara gitmeyin, göklere çıkarılan bir düşünür için o da yanılır deyin bakalım. Sevenleri napıyor?
“Kuldur hata yapar” dediğinizde “Evet canım kul hatadan münezzeh değil” derler ama hemen peşine onun idrakine biz erişemeyiz belki onu yanlış anlıyoruz di mi ama, kim bilir ne işaret etti vb cümleler gelir. Nereye gitti kul hata yapar? Hele bir de o kişi veli biliniyorsa?!..
Veli, evliya, ulu kişi biliniyorsa onun eseri, sözleri, şiirleri, görüşleri ve açtığı çığır hakkında hatalı diyemez, eleştiremezsiniz. Kur’an, Peygamberlerin dahi yanılgılarından, tahammül gösteremedikleri için yaşadıkları sınavlardan bahseder ama veli için yanılgı atfedilemez.
Çünkü elinde iş gören, dilinde söyleyen, ayağında yürüyen O’dur. Peki Nebi ve Resullerde iş gören kimdi? Eleştiren Bende iş gören kim? “Saygı” adı altında yoğun “İtaat”; “Sevgi” adı altında Kendine sırt dönüp “Öteki”ne adanma empozesiyle yetiştirildiğimizin farkında mısınız?!..
Biz; Allah’a inanan ama kendine inanmayı kendisine haram eden; buna riya, kibir, şeytaniyet, benlik, ego ve hatta kafirlik diyen bir kültürün çocuklarıyız. Niye son asırlarda Müslüman toplumlardan icat yapan bilim insanları, büyük kaşifler, düşünürler çıkmıyor mu dedi biri?!..
ÖzBenin bu kadar dışlandığı kültür, eğitim ve yaşam atmosferi büyük insan çıkarsa şaşardım! Kurtuluş; kilitli yerde Uyanış; cısss denen yerde Silkiniş; kötü diye öğretilenin iyi olabileceği, iyi diye öğretilenin kötü olabileceği ihtimalinin sorgulanmasıyla başlar. Sana önerim;
“Şeytan” kavramı üzerine bir inceleme yapsan nasıl olur? Dinin anlattığı, tasavvufun anlattığı, halkın inandığı ve felsefenin Şeytanı! Ve Tanrılardan ateşi alıp kaçıran, insana armağan eden “Prometheus” Googlea Kütüphane, Youtube Cafe 24 saat açık, bi baksan! Neden Şeytan mı?
Yetmez mi güzelim melekler, evliyalar, boyutlar, mertebeler, iyilikler, güzellikler, cennet katmanları, zikir ve ibadet derinliklerine verdiğin seneler? Azıcık da şu huzurdan ebediyen kovulan şeytana baksan? Hakikat şehidi Hallac’ın övdüğü Şeytana! Bize cısssss denene baksan!
Allah’a inanmak; kendine inanmak Kendine inanmak; Allah’a inanmaktır Unutma, insanlığa sıçrama yaptıran; düşünsel, bilimsel, teknolojik ve medeni değişimlere imza atanlar önce kendilerine inanmış olanlardır. Peygamberler dahi önce kendine inandılar! Korkma, incele “Şeytan”ı!..
KENDİ ZİHNİNİN GÖNÜLLÜ KURBANI; İNSAN
İnsan, başkalarının zihninin onlara oynadığı oyun, aldatma ve kandırmaları görebilir. Bu zor değildir. Biraz ilim, tecrübe, gözlem yeter. İnsanın, görmesi imkânsıza yakın ölçüde zor olan; kendi zihninin kendine oynadığı oyun, aldatma ve kandırmalardır. Neredeyse muhaldir bu…
Dışarıdan kolayca gözlemlenen ve azıcık basiretle hemen insanların bizde görebildiğini biz neden göremiyoruz? Neden bu imkânsıza yakın ölçüde zor? Bizi yöneten, anlayışımızı inşa eden ve sürekli kendini perçinleyen zihin; bir ağacın toprağa kök salması misali içimize işlemiştir.
Ağacın dallarını budayabilirsiniz, ağacı dibinden kesebilirsiniz de. Ama toprağa saldığı ana kökleri, kılcal damar misali uzantıları tümüyle çekip alabilir misiniz? İşte o yüzden bizde senelere dayalı olarak oluşan zihin ağaç misali köklendiğinden çekip almak zordur.
Çekip almak, sökmek, iptal etmek bir yana onu fark etmek dahi çoğunlukla gözden kaçar. Çünkü düşünüyorum, görüyorum, anlıyorum dediğimizde dahi bunu diyen biz değiliz, zihnimizdir. Zihinle bu kadar özdeşlemişsek, ondan ayrılabilir miyiz? Bir yolu olmalı değil mi? İlla ki vardır.
Evet var. Buna geçmeden önce şunu söyleyelim ki zihin düşünce, hayal ve bakış açısını yaldızlı kılıflarda sunduğu için görmekte zorlanırız. Zihin; duygularla kendini ustaca örtmüştür. Duygu örtüsünü kaldırmak da herkesin harcı değildir. Duygu sıcaktır, hoştur, zevklidir çünkü.
Zihni kuşatan duygu örtülerinin en güçlüleri; maneviyat, değerler, gelenekler, ahlaki kabullerdir. Ne zaman zihnimizin üzerine gitsek o bunlardan biriyle kendini maskeleyerek ayakta kalmaya devam eder. Zihni tanımak ve dönüştürmek işte bu açıdan güç. Kimler onu dönüştürebilir?
Bu konuda en eski metot; Mürid-Mürşid, Usta-Çırak, Öğretmen-Öğrenci, Uzman-Asistan münasebetiyle eğitilmektir. Ne ki artık pek çok insana bu tip ilişki ağır gelmektedir. Çünkü benliği tamamen başkasına bırakmayı gerektirir bu. Bireysel Özgürlük naralarıyla yetişen yapabilir mi?!
Bu konuda ikinci durum, metot demiyorum durum; ağır hayati sınavlar vermektir. Bu da kişinin elinde olmadan gelişir. Eskilerin bela dediği; benliğe inen ağır ve ölümcül darbeler kişide ben nereye gidiyorum sorgulaması başlatır. Zihnin köklerini tanıma ve sökmenin ilk adımıdır bu.
Üçüncü bir metot talibi az da olsa günümüzde revaçtadır ve kendi başına da başarılabilir. Nedir o? Felsefecilerin “Diyalektik Düşünme” dedikleri, ana yöntemi “Yapısöküm” olan usuldür. Tabii bu iki kavramı da açmamız gerekiyor.
Diyalektik Düşünme; Çağdaş Aydınlanma ve gelişimin temel metodu. Herhangi bir konuyu tüm cepheleriyle araştırırken karşıt kutupları da inceleme cesareti göstermek. Misal; “Kur’anın Faziletleri” başlıklı makaleyi okuyanın peşine “Kur’an Sümer Kopyası” makalesini de okuması…
Misal; İbni Arabi büyük deha, büyük mütefekkir, eserlerini çözümlemek dahi emek ister, basiret ister diyenin “İbni Arabi Yeni Platonculuk Felsefesini Tasavvufa Kopyaladı” tezini de rahatsız olmadan okuması, onu da itibara alması ve sorgulama bohçasına dahil etmesidir.
Misalleri çoğaltmak mümkün. Diyalektik Düşünme coğrafyamızın alışık olmadığı, okullarda öğretilmeyen bir sorgulama metodudur. “Yapısöküm” ise adı üstünde ele aldığımız bir konuyu adeta bina yıkarcasına, tavandan duvarlara, tuğlalardan temele kadar didikleyerek ilerlemektir.
Yapısökümde amaç yıkmak değil; neyin üzerinde yaşadığımızı, neye yaslandığımızı, temellerimizi kavramak ve anlamaktır. Zihnimizin duvarlarını, tuğlalarını, temellerini, örtülerini derinden derine incelemektir.
İnsanın, görmesi imkansıza yakın ölçüde zor olan; kendi zihninin kendine oynadığı oyun, aldatma ve kandırmalardır, dedik başta. Görme yollarını söyledik. Sonrası size kalıyor. Unutmayın kaldırması en zor zihin perdeleri “Maneviyat” “Kutsallık” ve “Değerler” adını alanlardır.
Kendi zihnimizin kendimize oynadığı oyunları görebilecek kadar basiret, zihinsel kökleri tanıyacak kadar firaset, onları sökebilecek kadar azim ve irade diliyorum hepimize. Zihnini tanıyan kemale, dönüşüme, olgunlaşmaya yol alır. Bugün, buna bir milat olsun…