
Değiniler- 256
İNANCA GEREK YOK; BİLİM YETER (Mİ?)
Genç ateşliydi. “Her şey bilimsel olmalı” diye başlayan devrin modası yakışıklı cümlelerden kuruyor; “Hurafe” etiketi vurarak her tür inancı, dini yaklaşımı bir kalemde çiziyordu.
“Bilimin aydınlığı her şeyi çözer” dedi.
İşe o noktada müdahil oldum;
Bilim her şeyi çözer öyle mi?
Evet dedi hiç kuşkusuz. Teyit almak için yineledim; Bilim yeterli, İnanca ihtiyaç yok yani? Dolayısıyla dine; moral veya manevi değerlere de ihtiyaç yok? Aynen öyle dedi. Ve şöyle devam etti sohbetimiz:
– Baban hayatta mı?
– Hayır, on sene oldu Rahmetli olalı
– Rahmetli?!
– Evet
– Ne dediğinin farkında mısın yavrucuğum?
– Farkındayım “Rahmetli” dedim
– “Rahmetli” nereye ait kavram çocuğum? Bilimsel sanırım. Olmasa kullanmazdın!
– Bilimsel değil. Geleneksel olarak kullanıyoruz ölülerimize.
– Geleneksel mi, yoksa dini mi?
Biraz bunalır gibi oldu bizimki.
– Ağız alışkanlığı mı yoksa sende bu?
– Öyle de diyebiliriz
– Ama babanı anarken dini kavram kullandın. Bilimsel manada, ölmüş babandan bahset biraz. Ölü bi baba bilim önünde nasıl tanımlanır acaba?
– Bir şey diyemiyorum
– Dersin dersin, kaçma da öt bakalım, bilimsel bilimsel öt!
Genç bunalmıştı. Genlerine işleyen inancın ruhu onun dilinden merhum, rahmetli, cennet mekan veya ahirete göçtü diye dökülse de o inkarına devam ediyordu. Çünkü mesele bir şeylere karşı çıkmak ama kanırta kanırta sorgulamadan bunu yapmaktı.
Devam ettim:
– Evet söyle bakalım…
– Baban; din önünde merhum, dinden ilham alan gelenek nezdinde rahmetli bir Allah Kulu. Her şeyi bilimsel düşündüğüne göre, Allah- Kul- merhum- rahmetli demeden babanın ölüsüne bilimin verdiği tanımı söyle!
– Ölü işte
– Ölü, yani ceset. Üç gün gömmesek kokacak bir ceset?
– Öyle..
– Hayvan ölüsü ile babanın ölüsü arasında fark var mı bilim için?
Kızarıyor, yüz hatları geriliyordu. Ama renk vermemeye çalışarak devam etti:
– Bilim için yok denebilir
– Denebilir ne? İkisi de ruhsuz ceset! Gerçi bilim ruhu da tanımaz bilirsin!
– Evet
Dozu kasten arttırdım…
– Ruh taşımadıktan sonra cesede başka şeyler de denebilir
– Ne gibi?
– “Leş” mesela. Açıkta kalırsa kokar. Babanın ölüsü de dinin emrince gömülmese kokardı. Bilim önünde babanın ölüsü de “Leş” o halde?!
– Bunu diyemem; kalbime, ruhuma dokunur, acı verir?
– Kalp, ruh, acı? Bilim?
Dayanamadı patladı:
– Lanet olsun ki haklısın abi. Hala babamı özlüyorum. Gizli gizli dua da ediyorum. Ama lanet olsun haklısın savunduğum bilim önünde o ruhsuz bir ceset! Her şey bilimsel olmalı diyorsam rahmetli diyemem, kalbe dokunur, ruhu incitir kavramlarını kullanmamam…
“Her şey bilimsel olmalı” diyen gencimizin tezi sadece bir ölüm olayı sorgulanınca iflas etti.
Ötesini varın siz düşünün.İnsan; ince düşünmeli. Ne dediğini bilmeli. Neye niçin iman ettiğini de neyi niçin inkar ettiğini de bilmeli. Sorgulamalı insan….
Evet, başa çıkılması güç acıları var insanın. Hayat başlı başına zor bir süreç zaten. Ve insan mecbur bir yönüyle inanca, değerlere, ümitlere tutunmaya. Kazalar üzerinden Kader inancına küfür etmek de; kazaları sadece kadere bağlamak da insanî değil. Esas olan; Hissedebilmek…
HAKİKAT KAVŞAĞI
Zevkin de Acının da anlamsızlaştığı kavşakta Hakikatle karşılaşacaksın. Ve kendiliğinden şunlar dökülecek dilinden; yıllarca ulaşmak istediğim idrak ve yaşam bu muymuş yani? Tatsız- tuzsuz bi hal, bunun için miydi onca yol, onca çile, onca sınav? Evet bunun içindi! Sakın şaşırma!
O kavşağı Ahmet Kaya müziğin dilinden iletmiş gönüllere… Öyle bir yerdeyim ki…
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım mavi yosun
Çalkalanır sularda
Bu ne “beter çizgi”dir bu
Bu ne “çıldırtan denge”
“Yaprak döker” bir yanımız
Bir yanımız “bahar bahçe”
Çocukluğundan itibaren fetih idealiyle büyütülen Fatih S. Mehmet Han, fethin akabinde sıkılmaya başladı. Hocasını aradı bulamadı. Akşemseddin şehri terk etmiş, memleketi Göynük’e dönmüştü. Anladı ve Göynük’e at sürdü. Hocam neden dedi bu kaçış, neden bıraktın bizi?
Buraya kadardı dedi Akşemseddin. Gaye gerçekleşti. Ben de kendime döndüm. Fatih, ben de yanında kalayım dedi. Olmaz dedi olmaz. Sen devletle yürüyeceksin. Fatih geri döndü.
İkisi için de deniz bitmiş, gayeye erilmişti.
Deniz bitince şaşırır, bir hoş olurdu insan.
Öyle oldular…
O kavşağa gelip hakikatle yüzleşen Yunus da şaşkındı:
İster idim Allah’ı
Buldum ise ne oldu?
Ağlar idim dün ü gün
Güldüm ise ne oldu?
Ve Hz. İsa (as) çarmıhta “Rabbim beni neden terk ediyorsun?” diye inledi.
Din çevreleri hazmedemedi bu sözü de eğdi büktü, anlamlar yükledi.
Terk eden kimdi, neden böyle inlemişti sadece kendisi bildi. Başka hiç kimse bilemedi.
Zaten kim kimin hissettiğini hissedebilirdi ki?!.
Değerli gönül ve fikir üstadı İhsan Fazlıoğlu’nun twiti açmak istediğim durum hakkında iki güzel kavram armağan ediyor belleklerimize; – Tamamlanmışlık Duygusu – Her Kemal; bir Zevaldir
Bir insan, hatta düşünce için en tehlikeli duygu, ‘tamamlanmışlık’ duygusudur. Tamamlanmışlık, dışa kapalılığı, nüfuz edilemezliği, içe çökmeyi, vb. zorunlu kılar; ilişkiselliği, bağlantısallığı, vb. bitirir. Bu da tükenmeyi, çürümeyi ve yok-olmayı doğurur. “Her kemâl, zevâldir.”
YAŞAM BİLGELİĞİ VEYA MUTLULUK ÖĞRETİSİ
“Yaşam Bilgeliği”; yaşamı olabildiğince rahat ve mutlu biçimde sürdürebilme becerisidir. “Mutluluk Öğretisi” adı da verilen bu beceri bir anlamda sanattır. Belki biraz tuhaf gelecek ama Yaşam Bilgeliği; varolmamaya karar vermekle oluşan bir varoluş biçimidir.
Varolmamaya karar vererek varoluş; kendini yok saymak veya klişe havramla hiçlik değil itiraz, değiştirme ve karşı çıkma tavrı takınmaksızın yaşamla beraber su gibi akma anlayışıdır. Bunu yaşayabilen yaşam bilgesidir ve mutluluğun esas öğretisini sindirmiş demektir.
Aristo insanın sahip olduğu mülkleri üçe ayırmıştı:
1- Dışsal olanlar
2- Ruhsal olanlar
3- Bedensel olanlar.
Arthur Schopenhauer de buradan hareketle insana 3 değer atfeder:
1- Ne olduğumuz
2- Neye sahip olduğumuz
3- Neyi temsil ettiğimiz
Ne olduğumuz; karakter, zeka, beceri, mizaç ve sağlığı içine alan Kişiliğimizdir. Neye sahip olduğumuz; mal mülkten tutun da konum belirleyen diploma ve unvanlara kadar her şey dahildir. Neyi temsil ettiğimiz ise başkalarının nazarında temsil ettiğimiz rollerdir.
Neyi temsil ettiğimizin toplumsal yansıması görev, şan, şöhret, bilgi ve işe yararlıktan oluşsa da içsel planda bu bizim kendi içimizde ne amaçla yaratıldığımızı fark etmemiz daha sonra da bu yönde eylem ve hareketlere yönelmemizdir. Bize iç huzuru getirecek olan temsil budur.
Gerçek şu ki dışsal olaylar içsel olayların izin verdiği kadar kişiyi etkiler. Herkesin içinde yaşadığı dünya; kendini nasıl kavradığı, kendine ne değer biçtiğiyle alakalıdır. Zenginlik ve yoksulluk dahi kafadadır. Kafa farkına göre kişiler kendini yoksul veya zengin sayar.
Yoksul bir komedyen düşünün. Her akşam milleti gülmekten kırar geçirir. Bir de zengin, hükümran birinin somurtkan, zalim idareciyi oynadığını düşünün. Biri rolü icabı sevgi ve taltifi, diğeri rolü icabı nefret ve aşağılamayı çeker üstüne. Gerçekleri? Sadece Kendilerine malum.
Dışsal yaşama salınan neşe; huzur ve refah demek olmadığı gibi dışsal yaşama saçılan nefret de yoksunluk ve gerilim demek değildir. Huzur da gerilim de içeride yaşanır. Doymak bilmeyen bir kral, hazineler içinde huzursuz; razı bir köylü mahrumiyetler içinde huzurludur. Kafa!
Diğer bir gerçek ise hiç kimsenin kendi bireysel varoluşunun dışına çıkamayacağıdır. Evet genetik, eğitim, toplumsal çevre, insani etkileşimlerle oluşan karakterinin dışına kimse çıkamaz. “İsteseniz de Allah’ın mülkü dışına çıkamazsınız” (Rahman-33) bu açıdan ne kadar anlamlı.
Hiç kimse oluşmuş veritabanı dışına çıkamaz! Karakterinize, ruhsal zevklerinize uymayan öğretiler peşinde kendinizi zorlayarak Allah’ın Mülkünde (İçinizde) fesat çıkarmayın! Allah korusun motoru yakarsınız! Allah’ın Mülkü değişmez. Sadece tanır ve kabul edebilirsiniz o kadar!
Değişim? Allah’ın Mülkünün (ana karakter) izni kadar. Dönüşüm? Allah’ın Mülkünün (İç alem eğilimleri) benimsediği kadar. Portakal Antalya’da, Çay Rize’de, Pirinç Çorum’da yetişir. Çoruma çay, Antalya’ya pirinç, Rize’ye portakal ekilmez. Zorlama! Unutma ki “Dinde Zorlama Yok”
NUR İÇİNDE Mİ YATSIN, IŞIKLAR İÇİNDE Mİ UYUSUN?
Vefat haberine şöyle bir taziye yazılmış; “Nur içinde yatsın.” Bir diğeri “Işıklar içinde uyusun” demiş. Onun altına “Işık ne ya, Müslümanca taziye dile” diye ayar çekmiş biri. Bir başkası “Neyin kavgası bu; Arapça Nur’un Türkçesi Işık, demiş. Sahi, bu ülkede neyin kavgası bu?!
DIŞ İHTİYAÇLARLA İÇ ZENGİNLİĞE YABANCILAŞMAK
İnsanın yaşamdan alacağı hazlar, zevkler ve genel manada mutluluğunu; onun kendi zihni belirler. Oysa insan, mutluluğunun ilişkide olduğu insanlar, içinde yaşadığı ortam şartları ve maddi- manevi çevresel etkilerle şekillendiğini zannetmiştir. Bu insanın en büyük yanılgısıdır.
Oluşmuş Kişilik, oluşmuş Zihni; oluşmuş zihin, oluşmuş Karakteri getirir. Oluşmuş karakter oluşmuş Haz veya Sıkıntı anlayışını üretir. Mutluluğunuz ve can sıkıntınız oluşmuş karakterinize göre biçimlenir. Hiçbir zaman dış şartlar ve öteki insanlara biçimlenmez, biçimlenmeyecek!..
Hazzı, mutluluğu dışarıda arayanlar; kendilerini insanların yoğun bulunduğu ortamlara atarlar. Dernekler, organizasyonlar, ideolojik kuruluşlar, sendikalar, vakıflar hatta insani yardım- iyilik örgütlenmeleri; hazzı dışarıda arayanların can simididir. Bulurlar mı aradıklarını?
Onların durumu susadıkça deniz suyu içenlere benzer. Aradıkları hazzın sahtesini kısmen bulacaklar, buldukça susuzlukları kanmayıp tekrar bu işlere yoğunlaşacaklar, yoğunlaştıkça susuzlukları artacak, arttıkça yoğunlaşacaklar ve bu kısır döngü böylece sürüp gidecektir.
Onlar ahir ömürlerinde elden ayaktan kesildiklerinde ve etraflarında pek az insan kaldığında büyük bir hüzünle şunu itiraf ederler: “Hepsi yalanmış. Bir ömür oyalanmışım ben.” Aslında demek istedikleri, itiraf ettikleri; içseldeki mutluluğu dışsalda aramanın acı pişmanlığıdır.
İç dünyası zengin bir insan; hazzı dış dünyada aramaz. Öyle biri için Yalnızlık, bir terk edilmişlik, itilmişlik, dışlanmışlık durumu değil aksine sıkça yaşamaktan haz alınan bir haldir. Çünkü onun yalnızken kendine yetecek hazineleri; hayal, düşünce ve iç sorgulamaları vardır.
Başlarken, hayattan haz alma- mutlu olma durumunun bir zihin, bir karakter, bir kişilik durumu olduğunu söyledik. Kişiliği zengin, çok yönlü biri hazzı içeride bulduğundan dış dünyada adına ihtiyaç denen ve insanların sürü gibi peşinden koştuğu gaye ve ürünleri de gereksiz bulur.
Bir gün Atina Çarşısının girişinde dikilir Sokrates. Dalgın gözlerle satıcılara ve alış- veriş eden insanlara bakar. Öğrencilerinden biri hocam n’oldu dediğinde “Şaşıyorum, şaşıyorum, insanların ne kadar çok şeye ihtiyacı varmış. Benim hiç bu kadar ihtiyacım yok.” diyecektir.
Üzerine sarındığı bir peştamaldan başkasına ihtiyaç duymayan Sokrates için çarşıları dolduran tüketiciler şaşkınlık sebebidir. Gerçekte bu şaşkınlık; hazzı içeride bulduğu için dışsal ihtiyaçlarda haz aramayan insanın onu dışarıda arayanlara duyduğu derin hayretten ibarettir.
Hiç unutmuyorum; bir gençlik organizasyonunda konferansa çağırdığımız fikir adamını lokantaya götürmüştük. Çorbalarımızı içerken kebap ve tatlı da sipariş ettik. Çorbasını bitiren hoca “Doydum arkadaşlar” dedi. “Çorba yeterli” dedi. Oysa kebap ve envai çeşit garnitür gelmişti.
Hoca; “Bir öğünde bir çorba yeter. Üç kap yemek bir zihin- kültür şartlanması. Anlıyorum; misafir diye bana ikram etmek istiyorsunuz ama doğru değil bu” demişti. Hocanın kendi içinde denge, huzur, kanaat yansıtan kişiliğine gıpta ederken biz hayatımızın en acı kebabını yiyorduk.
Mademki yaşamdan alınacak mutluluk kişiliğe bağlı gelişiyor; o halde öncelikli işimiz kişiliğimizi tanımak olmalı. Geliştirmek demedim bak. Kişiliği değiştirmek, dönüştürmek de demedim. Sadece Tanımak. Anla ki; tanırsan değişim ve dönüşüm kendiliğinden ikram edilecek zaten sana.
“İkisi için de deniz bitmiş, gayeye erilmişti.
Deniz bitince şaşırır, bir hoş olurdu insan.
Öyle oldular…”
Soul da tam bunu anlatıyor. İzlemeyenlere tavsiye edilir.
https://www.fullhdizle.me/soul-film-izle-2020-full-hd8/
Yorumunuz için de film öneriniz için de teşekkür ederim.