
Değiniler- 257
YALNIZLIK VEYA İÇ HAZİNENİN KEŞFİ
Kişinin neşe ve coşkusunu belirleyen esas unsur; içsel planda neyi temsil ettiğiyle alakalıdır. Kendimizi konumlandırdığımız yer, yaşam anlayışımız, ömürlük gayelerimiz içsel planda temsil ettiğimiz kişiliği tayin eder. İşte bu tayin; coşku veya can sıkıntısının esas kaynağıdır.
Coşku veya Can Sıkıntısı toplumsal refah, makam, mevki vb maddi konulara bağlansa da hayat bunun hiç de öyle olmadığını göstermekte. Dikkat ettiniz mi işadamı ve makam sahiplerinin yüzleri ciddiyet ve gerginlik yansıtırken; çiftçi ve işçilerinki neşe, coşku ve huzur aynasıdır.
Coşkunun olmazsa olmazının Sağlık olduğu da inkâr edilemez bir gerçek. Sağlığı bozulmuş zengin, sağlıklı fakire nispetle moralsiz, huzursuz, can sıkıntısı içinde bir yaşam sürer. Bu manada sağlıklı bir dilenci; hasta bir kraldan daha üstündür. Sağlık; coşkunun öncelikli şartıdır.
Sağlık, yaşanana doğrudan tesir eder. Şiddetli baş ağrısı eşliğinde çıkılan seyahatte; el değmemiş yerlere de gitseniz keyif alamazsınız. Aklınız manzarada değil ağrıdadır. Sağlıklı iken hiçbir yere gitmeden pencerenizden her günkü manzaraya baksanız apayrı bir keyif alırsınız…
Kabulü güç görünse de bir diğer husus; bizi huzursuz veya huzurlu edenin olaylar olmadığıdır. Olaylar nesneldirler. Biz onlara, kendi kişiliğimizce öznel anlamlar yükleyerek iyi veya kötü etiketi vurur; vurduğumuz etikete göre de sıkıntı veya coşku duyarız.
Epiktetos; “İnsanları huzursuz eden olaylar değil olaylar hakkındaki görüşleridir” derken bu gerçeği söylemek ister. Başınıza gelen, yaşadığınız ne olursa olsun ona yüklediğiniz anlamla acıyı hafifletmek veya coşkuyu arttırmak mümkündür, bir bakıma elimizdedir.
Yoksulluk, muhtaçlık insanda daimi bir hareket, azim ve çalışma iradesi tetiklerken beden ve ruh sağlığını da zinde tutar. Yoksul, kazanma savaşımı verdiğinden acı ve dertten çalışma ile uzaklaşır. Buna karşın her ihtiyacı karşılanan zengin; can sıkıntısına çare arayışına çıkar.
Zengin, elit kesim ruhsal çalışmalara yoğunlaşır. Çünkü savaşacak yoksunlukları kalmamıştır. Onun için Nişantaşı’nda yogaya, Çayyolu’nda astroloji kurslarına, Mavişehir’de biyoenerji seanslarına yazılırlar. Boş durmak can sıkıntılarını arttıracağından bastırma yolu bulmalıdırlar.
Yoksulluk ve Zenginlik bir yana; şayet ciddi sağlık sorunu yoksa kişinin yaşam coşkusunu kafasında kendine biçtiği değer; temsil ettiği anlam belirler. Bu değer, anlam ne kadar zenginse kişi o derece iç âleminde kendini bulur, ne kadar zayıf ise o ölçüde kendini dış dünyada arar.
İç dünyasının zenginliğini keşfeden insan, acı ve strese prim vermemeyi, kendini ihmal etmemeyi, koşullar ne olursa olsun kendi değerini yitirmemeyi kendiliğinden başarır. Yaşadıklarına kendince anlam ve yön verebildiğinden acıyla daha çabuk başa çıkar, sevinç onu şımartamaz.
Ve öyle bir insan daima sakin, sessiz, huzurlu ve alçak gönüllü olacaktır. Bu yüzden olsa gerek eskiler, büyükler şöyle demiştir: “Kamil İnsan; çocuksu ve cahildir” Bilme, olma, varma iddiası olmadığından cahil; üstünlük, konum ve varlık vehmetmediğinden çocuksu…
İçsel Zenginliğini keşfeden, zihinsel yetilerinin olağanüstülüğünü fark etmiştir. Bu fark ediş onu olağan yaşam ortamından uzaklaşmaya ve yalnızlığa çeker. İçindeki zenginliği işlemek; fakir ve zayıf anlayışlar yığını topluma, insanlara koşmaktan daha sevimlidir artık onun için.
Yalnızlık; kalabalıklardan uzaklık ve terk edilmişlik vb negatif anlamlar içerse de bahsettiğimiz türden insanın yalnızlığı farklıdır. O terk edilmiş, dışlanmış değildir. Yalnızlık; kendi bilinçli seçim ve tercihidir. Ve kuşkusuz “Yalnızlık Allah’a mahsustur” Artık susmalı…
BOŞ ZAMAN
– Boş Zamanlarında ne yaparsın?
– Hiçbir şey – Nasıl yani?
– Hiçbir şey işte
– Anlamadım. Lütfen Açar mısın?
– “Boş Zaman”ım yok benim. Çünkü “Boş İnsan” değilim. Boş insanların boş zamanı olur anladın mı?
– …
Biricik kitle iletişim aracımızın radyo olduğu çocukluk günlerimde, röportaj yapılan herkes “Boş zamanlarında ne yaparsın?” sorusuna muhatap olur; “Kitap okur, müzik dinler, seyahat ederim” vb rutin cevaplar alınırdı. Ve zihinlere “Boş zaman” ve “Boş zaman eylemleri” işlendi…
Kitap okumak?
Boş zaman eylemi.
Müzik dinlemek?
O da öyle.
Ya Seyahat?
Aynen.
Sonuç?
Okumayan toplum, müzik kulağı ve zevkinden mahrum kitleler, işine/ evine çakılan, seyahat ruhundan uzak yolculuk eden ve hayatı ıskalayan insanlar.
Boş Zaman kavramı varsa zihninizde onu dolduracak eylemler ararsınız. Boş zaman can sıkıntısı yapar çünkü. Can sıkıntısını gidermek için bir şeylerle oyalanmak lazımdır. Peki, kitap okuma, müzik dinleme ve seyahate çıkma oyalanma türünden basit ve sıradan eylemler midir?
Boş Zaman kavramını kabul eden zihin, “Oyalanma Eylemi”ne de açık ve hazır hale geldi. Ve oyalanma eylemlerinin içi sanat, okuma, seyahat gibi ciddi işlerle dolduruldu. Neyi kaçırdık? Okuma kavramı nazarımızda hafifledi, müzik zevki eğlence düzeyine indirgendi. Ya seyahatler?
Yollara düşüyor insanlar. Bir yerden bir yere saatler, kilometreler kat ediyorlar. Geçilen yerlerin kültür mirası, doğası, güzelliklerine dalmadan sadece varacakları yere odaklı yol alıyorlar. Seyahati bir kültür etkinliğine çevirmek mümkünken sadece bir gidiş- geliş yaşıyorlar.
Boş Zaman… Önemsiz zaman ve önemsiz işlerle doldurulan zaman… Çalışılan mesai saatleri önemli, çünkü rızık peşindeyiz. Uyumak da önemli çünkü dinleneceğiz. Ya mesai dışı zamanlar? Üç beş dostla çene çalmak veya ekranda cıvık bir diziye kilitlenmek neyimize yetmez?
Sizin boş zamanınız var mı Beyim? Yok di mi? Haklısınız işler yoğun. Metropolde ömrünüz yollarda geçiyor, naparsın? Ya siz Hanımefendi? Sorma kardeşim. Gündüz iş, akşam ev işleri. Gece de çocuğun dersleri… Çok haklısınız. Gerçekten haklısınız. Bu şartlarda boş zaman mı kalır?
Doğru mu bu peki? Doğru değil. Çünkü boş zaman ve dolu zaman zihninizde zamana yüklediğiniz anlamın eseri. Siz, çalıştığınız zamana dolu, arta kalana boş diyorsunuz. Kafanız çalışma zamanına endeksli olduğundan arta kalan zaman zaten sizde anlam gücünü yitirip önemsizleşiyor…
Arta kalan zamanda yapılacak işler de artık işler oluyor. Ve o yüzden siz ah çok istiyorum ama okuyamıyorum, gezecek zaman mı var diye sızlanıyorsunuz. Hemen her şeyde yaptığınız gibi iç aleminizde önem vermediğinizden kapananı, kısıtlananı dış sebeplere bağlıyorsunuz.
“Allah an içinde an yaratır” biliyorsunuz değil mi? Bir de “Yaratıcıların en hayırlısı Allah” ayeti var di mi? Kim o yaratıcılar? Her zihin, her beyin, her gönül kendi dünyasını yaratıyor olmasın? O halde? Boş Zaman kavramını kafanda değiştirsen sana yeni zaman yaratılır mı?
Anlam değişince anlaşılan, bakış değişince akış, düşünce değişince eylem değişiyorsa; an içinde an yaratanın kulu; zamana yüklediği anlamı değiştirdiğinde zaman algısı da değişecek, vakit yok dediği konuda nice vakitler olduğunu görecektir. Yeter ki istesin! Yeter ki fark etsin!
İÇSEL TEMSİL VE DIŞSAL TEMSİL ARASINDA İNSAN
Her ne kadar benim için önemi yok desek de her insan için başkalarının nazarında edindiği konum çok önemlidir. Kişinin coşkunluk veya can sıkıntısını doğrudan etkiler. İyi şeyler yaparak çevreden taltif görmek isterken; kötü şeyler yaparsa kınanacağını bilir ve bundan kaçınır.
Başkaları nazarındaki konumumuzu alacağımız övgü, beğeni ve takdir cihetiyle önemsiyoruz. İnsan ruhu bunlardan beslenmekte, mutluluk hormonları bunlarla harekete geçmekte. Şu da unutulmamalı ki övgüyle mutlu olan, kayıtlı- bağlıdır. Onun huzur ipleri başkalarının eline geçmiştir.
Huzuru dış dünyaya; insanlara bağlı olan; övgü- beğenilere odaklanan bir gün bunun tersine dönüp yergi- kınamaya dönüşme ihtimalini gözden kaçırır. Görmek istemediği; ayakta duruşu dışa bağlı olanın yıkımı da dışarının elindedir artık. İşte kilit, işte bağ, işte gönüllü kayıt.
Huzur ve coşkusunu övgü, taltif ve beğenilere bağlamayan bilinçli insan; dışarının yergi, sövgü ve aşağılamaları karşısında da umursamama kudretini eline alır. O izin vermedikçe onu kimse üzemez, o istemedikçe onu kimse sevindiremez. Zihninin ipleri sadece kendi elindedir onun…
Ve öyle birinin iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, doğruluk-yanlışlık anlayışı da toplumsal kayıtların fevkindedir. Huzuru insanlara bağlı olan “Toplumda bi adımız var di mi?” diyerek iyilikte bulunurken kötülükten kaçışı “Elalem ne der ama” kaydında olacaktır. Düşünün şimdi…
Onur, gurur, itibar vb sanal kavramları topluma göre inşa eden biri, farklı çevrede fırsatını bulduğunda onuru, gururu çiğneyip geçebilir. Elalem ne der üzerinden kötülük anlayışı, farklı çevrede her tür pislik ve bayağılığı işleme cesareti gösterebilir. Burada şu netleşiyor…
Kendi değerini içsel temsil gücünde bulan ile değerini toplumsal temsilde bulan arasında çok ciddi bir fark var. Birinin iyilik- kötülük karşısında konumu çevreye göre değişirken diğerinin hali her yerde aynıdır ve çevreye göre şekil almaz. Yerelden Evrensele açılmak işte budur.
BİR DE BÖYLE DENESEK Mİ?
– Kaybetmeyi göze aldığında kazanıyorsun
– Yalnızlığınla barıştığında seviliyorsun
– İnsanları umursamadığında onaylanıyorsun
– Neyi bırakırsan o sana çoğalarak geri geliyor..
BİR BAŞKA AÇIDAN ŞİRK
“Olmalı” ve “Olmamalı” odaklı kavramlarla algıladı hayatı. Bir türlü “Olan”la barışamadı. “Olmalı”- “Olmamalı” diye düşündükçe “Olan”dan payına düşecek olana; bir türlü erişemedi. Sorgular da görür mü hatasını diye beklerken gayet rahat “Demek ki Nasibimde yokmuş” deyiverdi…
Nasip. Nasibimde varmış. Nasibimde yokmuş. Ne kolay di mi?
Hem kendi perdeni görmüyor; görüp acı çekmiyorsun, hem de gafletine ilahi perde çekip rahat ediyorsun! Nasip ha?!
Ne sandın ben Rabbime teslimim.
Rabbine mi teslim egosuna mı esir?
Kendi görmedikçe kim gösterebilir ki?
Sen bana bir ara Şirk kavramının güncel tanımını sormuştun değil mi?
– Şirk; kişinin kendi algısında mevcut Olmalı ve Olmamalı odaklı anlayışla Olana kafa tutmasıdır!
– Bireysel Enerjiyle Bütünsel Enerjiye yön vermeye kalkışmaktır, desek olur mu?
Olmaz mı? Ağzın bal yesin!
HAKİKAT; BİLGİ BİRİKTİRMEK Mİ?
Yaşam deneyimlerinden süzülen, tecrübe ürünü hakikat açıklamaları ile, Teorik bilgi tefekküründen derlenen, deneyimsiz zihin çıktısı hakikat tespitleri aynı mıdır? Şurası muhakkak ki; bu ikisi insanda aynı tesiri bırakmaz. Şeker balının kara kovan balı lezzeti vermeyişi gibi.
Operatördü. Nice kazalarda kırılan kol, bacak ve kaburgaları iyileştirmişti. Sorulduğunda naçizane girişiyle başlayan sahte bir tevazu kuşanır, ortopedi adına derin birikiminden gururla bahsederdi. Biri ona bilmiyorsun diyecek, ne mümkün? Sahanın bir numaralı profesörü idi…
Emekliliği yaklaşırken trafik kazası geçirdi. Kelimenin tam anlamıyla dağılmıştı. Öğrencileri topladı onu aylara uzayan tedavi süreçlerinde. Taburcu olurken genç asistana eğilerek kulağına bir şeyler fısıldadı: “Ortopediyi bugün öğrendim evlat! Bildiklerim, bildiğin çöpmüş çöp!”
Genç öğretmen bilgeye konuşuyordu; sınırlarım yok benim. Ne derseniz kabulüm. Gönlüm de algım da geniş dedi. Ta ki cafede sakar garson pantolonuna çay dökene kadar. Neler saydırdı çocuğa neler. Hocam afedersin, eksik yetişiyor bunlar eksik dedi şefini de çağırıp fırçalarken…
Birikmiş öfkesini garsona, şefe kustuktan sonra hararetle:
– Ne diyorduk? İbni Arabi’ye göre Varlık Mertebelerini, Platon ve Derrida’yla mukayeseli inceliyorum… İlim bir derya mirim…
İki damla çayda boğul, bir karış kumaş için demediğini bırakma, varlık mertebeleri konuş!
Bilge birini ziyaret etti. Yanında bir defter dolusu notlar ve sorularla. Oturur oturmaz açtı defteri; soracak, cevap alacak, not tutacak böylece hakikat anlayışını zenginleştirecekti. Bilge kızını çağırdı; kızım sobayı harlandır, hava serin misafir üşümesin. Kız tam gidecekken,
– Al bunu kızım, odunlar hızlı tutuşur. O da neeee? Bizim genç ziyaretçinin aylar, yıllara varan notlarının olduğu defter sobaya gidiyordu. Ama efendim, diyecek olsa da yutkundu, tam gaz alacakken tekrar stop eden arabalar misali kalakaldı. Daha da konuşmadılar…
Saatlerce oturmuşlar, kızaran kestaneleri mandalina ikramı, çaylar, kahveler izlemiş ama bilgeden çıt çıkmamıştı. Sadece bakışma, tebessüm, arada bi sorgu mimikleri o kadar. Müsaade istedi. Diyeceğiniz var mı dedi. Güle güle dedi bilge. Yıllar sonra o anı şöyle anlatacaktı genç;
– O günden sonra hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Sırtlandığım onca bilgi ve kitapla kendimi yük taşıyan merkepten farksız hissetmiş, geçen yıllara yanmıştım. Ama o an paha biçilmezmiş… İyi ki yaşamışım… İyi ki defterle birlikte kalbim de yanmış…
Düşünme, sorgulama, okuma, not alma, arada bir sohbet meclisinde bir araya gelip bazen örtülü bazen açık ego yarıştırma, ama bunun adına tefekkür, tefekküre ibadet diyerek kendi kendini kandırma! Hakikat sohbeti Hakikat midir? İlim müzakeresi Bilgelik getirir mi? Sordum sadece.
MUTLULUK; SINIRLANMAK BELKİ DE
Her tür sınırlama insanı mutlu eder. Görüş ve etkileşim ufuklarımız ne kadar dar ise o denli mutlu oluruz. Bunlar genişledikçe sıkıntı ve endişemiz artar. Çünkü genişleyen ufuklarla birlikte sorunlar da korkular da şüpheler de büyür. “Azıcık aşım, kaygısız başım” (Atasözü)
Sınırları dar alanda mutlu olduğumuzun ispatı? Çocuktuk, anne-baba, kardeşten ibaretti hayatımız. Ve ne kadar yaşlansak da çocukluk neşesini hep özleriz. Genç olduk, arkadaş ve etkileşim genişledi. Olgunlaştık daha da genişledi. Sınırlar genişledikçe huzur da mutluluk da azalır.
İnsan, sınırsız özgürlük istese de kendi hayatına sınırlar çekebilmişse daha huzurlu olacaktır. Dikkat edin, emekliler neden kentleri terk edip bağ evine yerleşir? Şöhretin zirvesinde sanatçılar neden Ege kasabalarında çiftçiliğe başlar. Hepsi sınırı daraltarak mutlu olmak için.
Peki Yalnızlığı seçenler? Kalabalıkların yalnızı olmakta eşsiz bir huzur duyumsayanlar? İşte onlar bu gerçeğin; yani kendi hayatına belirgin ve aşılmaz sınır çekmenin verdiği tadını almışlardır. Toplum ne derse desin, o tadı bırakmak istemeyeceklerdir.